Bugün sizlerle bilim dünyasında unutulmaz izler bırakmış, sınırları zorlamış ve dünyayı değiştirmiş olağanüstü kadınları keşfe çıkıyoruz. Onlar, tutkuyla, bilgi aşkıyla ve yılmadan çalışarak hem kendi hayatlarında hem de bilim dünyasında çığır açmış ilham verici figürler. Hazırsanız, bu olağanüstü yolculuğa hemen başlıyoruz!
Bu yolculukta, karanlık laboratuvarlarda radyasyonun gizemini çözen, bilgisayar çağının temellerini atan, DNA'nın sırlarını aydınlatan, atomu parçalayarak yeni bir enerji çağını başlatan ve uzayın derinliklerine ilk adımı atan kadınların hikâyelerine tanık olacağız. Onlar, sadece bilim insanı değil, aynı zamanda toplumun önyargılarıyla mücadele eden, cesur ve kararlı kadınlardı. Şimdi, bu ilham verici kadınların hayatlarına yakından bakalım ve onların bilime olan katkılarını keşfedelim.
Fizik öğretmeni mi lazım tıkla!
Marie Curie
Yazımıza “bilim kadını” dendiğinde ilk akla gelen iki Nobelli Marie Curie ile başlayacağız elbette. Bu cesur kadının dudakları arasında çıkan;
“Yaşamda hiçbir şeyden korkmayın yalnız; her şeyi anlamaya çalışın...”
sözü aslında onun karakteri hakkında oldukça kesin ipuçları veriyor.
Curie Polonya'nın Varşova şehrinde dünyaya gelmiş. O zamanlar kadınların üniversiteye gitmesi pek mümkün değilmiş ama Marie yılmamış, ablasıyla birlikte gizli bir şekilde derslere katılmış. Sonunda Paris'e gitme fırsatı bulmuş ve Sorbonne Üniversitesi'nde fizik ve matematik okumuş. Hem de öyle böyle okumamış, sınıf birincisi olmuş! Orada Pierre Curie ile tanışmış, âşık olmuşlar ve evlenmişler. Bu evlilik sadece iki kalbi değil, aynı zamanda iki büyük beyni de birleştirmiş.
Marie ve Pierre, radyoaktivite üzerine çalışmaya başlamışlar. Gece gündüz demeden çalışmışlar, hatta laboratuvarları öyle kötü durumdaymış ki, çatısı akıyormuş! Ama onlar yılmamışlar, sonunda radyum ve polonyum elementlerini keşfetmişler. Bu keşifleri sayesinde 1903'te Nobel Fizik Ödülü'nü almışlar. Marie, Nobel Ödülü alan ilk kadın olmuş, insanlığın gururu!

Ama Marie'nin başarıları bununla da sınırlı değil. 1911'de radyum ve polonyumun özelliklerini belirlediği için bir de Nobel Kimya Ödülü almış. Böylece iki farklı alanda Nobel Ödülü alan ilk ve tek kişi olmuş. Yalnızca bu bile onun ne kadar büyük bir kadın olduğunu tek başına kanıtlıyor!
Marie, sadece bilimsel çalışmalarıyla değil, aynı zamanda insanlığa olan katkılarıyla da takdiri hak ediyor. I. Dünya Savaşı sırasında taşınabilir X-ışını cihazları geliştirmiş, bu sayede yaralı askerlerin hayatı kurtulmuş. Savaş alanında yaralıları tedavi etmek için kendi hayatını bile tehlikeye atmış. Ama ne yazık ki uzun süre radyasyona maruz kaldığı için 1934'te onu bir hastane odasında kaybetmişiz.
Ve bu müthiş kadının “İnsanlar konusunda daha az, fikirler konusunda daha çok meraklı olun.”
sözüyle hayatını aslında nasıl yaşadığını da daha iyi anlamış oluyoruz.
Son olarak da onu gerçek haliyle görmek isteyenler için bir bilim konferansında yaptığı son konuşmasını hemen aşağıya bıraktık.
Ada Lovelace
Düşünsenize, 19. yüzyıl İngiltere'sinde, şık balo salonlarının ve görkemli malikânelerin arasında, bir kadın var. Ama o, diğerlerinden biraz farklı. Onun hayalleri, dönemin katı kurallarının ve toplumsal beklentilerin çok ötesinde. O, Ada Lovelace, şair Lord Byron'ın kızı, bir matematik dehası ve bilgisayar çağının öngörülemeyen mimarı.
Ada, daha çocuk yaşta matematiğe ve makinelere olan tutkusuyla dikkat çekiyor. Babası Lord Byron'ın romantik ve asi ruhundan ziyade, annesinin mantık ve bilim sevgisini miras alıyor. Annesi, Ada'nın bu ilgisini destekliyor ve ona dönemin en iyi matematik eğitimini aldırması için özel hocalardan ders almasını sağlıyor.
Ada'nın hayatı, Charles Babbage ile tanışmasıyla bambaşka bir yöne evriliyor. Babbage, "analitik makine" adını verdiği, günümüz bilgisayarlarının atası sayılabilecek bir cihaz tasarlıyor. Ada, Babbage'ın bu makinesine hayran kalıyor ve onun potansiyelini görüyor. Babbage'ın makinesinin sadece hesap yapmaktan daha fazlasını yapabileceğini, hatta müzik bestelemek, grafik çizmek gibi işlemleri bile gerçekleştirebileceğini öngörüyor.
Ada, Babbage'ın makalesini İtalyancadan İngilizceye çevirirken, kendi notlarını da ekliyor. Bu notlar, makineye dair teknik açıklamaların yanı sıra, bugün bilgisayar programlamasının temelini oluşturan kavramları da içeriyor. Makineye Bernoulli sayılarını hesaplatmak için bir algoritma yazıyor ve böylece tarihteki ilk bilgisayar programcısı olarak kabul ediliyor.
Bu makine için tam olarak şöyle demişti:
" Bu makinenin herhangi bir şey yaratmak gibi bir iddiası yok. Ama yapmasını nasıl isteyeceğimizi bildiğimiz her şeyi yapabiliyor."
Vizyonu, döneminin çok ötesinde. O, sadece bir matematikçi değil, aynı zamanda bir hayalperest, bir filozof. Makinelerin sadece hesap yapmaktan daha fazlasını yapabileceğine, hatta bir gün düşünebileceğine inanıyor. Bu inancı, onu yapay zekâ kavramının ilk savunucularından biri yapıyor.
Ancak elbette bize ilham verecek bilim insanları yalnız kadınlarla sınırlı değil. O zamanki dini görüşlerin dogmasına takılan Galileo, engellenemeyen hastalığının verdiği bedensel engellere takılan Hawking, insanlığın mucizesi ve kurtarıcısı olan bilimin nasıl ellerinde insanlığın sonunu getirebilecek bir buluş haline geldiğini gören Oppenheimer'a kadar pek çoğu bize zorluklar, çelişkiler ve her şeye rağmen başarıları gösteriyor.
Lovelace'e dönersek; hayatı, ne yazık ki, genç yaşta sona eriyor. Ancak, onun ardında bıraktığı miras, bilgisayar çağını şekillendiriyor. Ada Lovelace, sadece bir bilim insanı değil, aynı zamanda bir öncü, bir ilham kaynağı. Onun hikâyesi, bize hayallerimizin peşinden gitmenin, sınırları zorlamanın ve imkânsızı mümkün kılmanın önemini hatırlatıyor.
Bir fizik öğretmeni ile fizik çalışarak fiziğin gizemlerini yakından keşfetmek ister miydin?

Rosalind Franklin
Bilim dünyası, bazen en parlak yıldızlarını gölgede bırakır. İşte Rosalind Franklin, DNA'nın çift sarmal merdivenine ışık tutan ancak uzun yıllar hak ettiği değeri göremeyen bir bilim kadını. Onun hikayesi, sadece bilimsel bir keşif değil, aynı zamanda bir tutku, inat ve adalet arayışı öyküsü.
Franklin, 1920'lerde Londra'da doğdu. Zeki ve meraklı bir çocuktu, bilime olan ilgisi daha o yıllarda başlamıştı. Ancak o dönemde, kadınların bilim dünyasında yer edinmesi kolay değildi. Yine de Franklin, kararlılığı ve azmi sayesinde Cambridge Üniversitesi'nde kimya eğitimi almayı başardı.
Franklin, X-ışını kristalografisi konusunda uzmanlaştı. Bu teknik, X ışınlarını kullanarak moleküllerin yapısını incelemeye olanak sağlıyordu. Franklin, bu tekniği DNA'yı incelemek için kullandı ve tarihe "Fotoğraf 51" olarak geçen ikonik görüntüyü elde etti. Bu görüntü, DNA'nın çift sarmal yapısını açıkça gösteriyordu ve James Watson ve Francis Crick'in DNA modeli için kritik bir kanıt oluşturdu.
Ancak, Franklin'in bu keşfi, bilim dünyasının erkek egemen yapısı içinde yeterince takdir edilmedi. Onun çektiği "Fotoğraf 51", izinsiz olarak Watson ve Crick'e gösterildi. Bu iki bilim insanı, Franklin'in çalışmaları üzerine inşa ettikleri DNA modeliyle Nobel Ödülü'nü kazandı. Franklin ise bu ödülü alamadan, genç yaşta kanserden hayatını kaybetti.
Franklin'in hikâyesi, bilim dünyasında kadınların karşılaştığı zorlukları ve haksızlıkları gözler önüne seriyor. Ancak aynı zamanda, onun azmi, tutkusu ve dehası, tüm engellere rağmen bilimin ışığını takip etmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Franklin, DNA'nın gölgesinde kalsa da, onun mirası bilim dünyasında sonsuza kadar yaşayacak.
Franklin'in hayatı, sadece bilimsel başarılarla değil, aynı zamanda güçlü karakteri ve bağımsız ruhuyla da ilham veriyor. O, dönemin toplumsal normlarına meydan okuyan, kendi yolunu çizen bir kadındı. Bilimsel çalışmalarına olan tutkusu, hayatının merkezindeydi.
Rosalind Franklin, DNA'nın sırlarını çözmeye giden yolda attığı adımlarla, bilim dünyasında silinmez bir iz bıraktı. Onun hikâyesi, bize hayallerimizin peşinden gitmenin, zorluklar karşısında yılmamanın ve adalet için mücadele etmenin önemini hatırlatıyor. Franklin, gölgede kalsa da, onun ışığı hiç sönmeyecek.
Fizik özel ders Ankara seçeneklerin için linke tıkla!
Lise Meitner
Lise Meitner'ın hayatı, bir bilim insanının sadece dehasıyla değil, aynı zamanda yaşadığı zorluklara rağmen gösterdiği inanılmaz cesaret ve kararlılıkla da nasıl örnek olabileceğinin en güzel kanıtlarından biridir. 20. yüzyılın başlarında Viyana'da doğan Meitner, kadınların bilim dünyasında yer edinmesinin neredeyse imkânsız olduğu bir dönemde fizik okuma tutkusuyla yanıp tutuşuyordu.
Ailesinin tüm itirazlarına rağmen Viyana Üniversitesi'nde fizik eğitimi alan Meitner, doktora derecesini alan ikinci kadın oldu. Ardından Berlin'e giderek Kaiser Wilhelm Enstitüsü'nde araştırmalarına devam etti. Burada, Otto Hahn ile birlikte radyoaktivite üzerine çalışmaya başladı ve bu ortaklık, bilim dünyasında çığır açacak bir keşfe yol açtı.
Meitner ve Hahn, uranyum atomlarını nötronlarla bombardıman ederek yeni elementler elde etmeye çalışıyorlardı. Ancak, 1938'de Avusturya'nın Nazi Almanyası tarafından ilhak edilmesiyle Meitner, Yahudi kökenli olduğu için ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. İsveç'e sığınan Meitner, Hahn ile mektuplaşarak çalışmaya devam etti.
Hahn'ın deney sonuçlarını inceleyen Meitner, uranyum atomunun parçalandığını ve bu süreçte muazzam bir enerji açığa çıktığını fark etti. Bu, nükleer fisyon olarak bilinen olayın keşfiydi ve atom çağının başlangıcını müjdeliyordu. Meitner'in bu keşfi, atom bombasının geliştirilmesine zemin hazırladı, ancak kendisi bu gelişmelerden dehşete düştü ve savaşın acımasızlığını bir kez daha gözler önüne seren bu olaya karşı çıktı.
Meitner, sadece bilimsel dehasıyla değil, aynı zamanda etik değerlere olan bağlılığıyla da örnek bir figür olarak hafızalara kazındı. O, atom bombasının geliştirilmesine karşı çıkan ve nükleer silahsızlanma için mücadele eden bir barış aktivistiydi. Aynı zamanda, kadınların bilim dünyasındaki yerini savunan ve onlara ilham veren bir öncüydü.
Mae Jemison
Hayal gücünüzü özgür bırakın ve gözlerinizi kapatın. Kendinizi uzayın sonsuz boşluğunda, yıldızların arasında süzülürken hayal edin. Bu düş, Mae Jemison için bir gerçek oldu. O, sadece bir astronot değil, aynı zamanda bir öncü, bir ilham kaynağıydı. Yıldızlara ulaşma hayaliyle yola çıkan bu cesur kadın, çocukluk hayalini gerçekleştirerek uzaya çıkan ilk siyah kadın astronot olarak tarihe geçti.
Mae Jemison, Alabama'nın Decatur şehrinde doğdu. Küçük yaşlardan itibaren bilime ve özellikle uzaya büyük bir ilgi duyuyordu. Star Trek dizisini izleyerek büyüdü ve dizideki Uhura karakterinden ilham aldı. O zamanlar bir siyah kadının astronot olması imkânsız gibi görünse de, Mae hayallerinin peşinden gitmekten asla vazgeçmedi.

Stanford Üniversitesi'nde kimya mühendisliği eğitimi alan Mae, ardından tıp doktoru oldu. Ancak, onun içindeki uzay tutkusu hiç sönmedi. 1987'de NASA'ya başvurdu ve zorlu bir eğitim sürecinden geçerek astronot olmaya hak kazandı. 1992'de, uzay mekiği Endeavour ile STS-47 görevinde yer aldı ve böylece çocukluk hayalini gerçekleştirdi.
Uzayda geçirdiği sekiz gün boyunca, Mae çeşitli bilimsel deneyler yaptı ve kemik hücrelerinin mikro yerçekiminde nasıl davrandığını inceledi. Bu araştırmaları, osteoporoz gibi kemik hastalıklarının tedavisine katkı sağladı.
Mae Jemison, uzaydaki başarısıyla tüm dünyaya ilham verdi. Özellikle genç kızlara ve siyahi topluluğuna, hayallerinin peşinden gitmeleri için cesaret verdi. O, sadece bir astronot değil, aynı zamanda bir eğitimci, bir aktivist ve bir girişimciydi. Uzaydan döndükten sonra NASA'dan ayrıldı ve kendi teknoloji şirketini kurarak bilimi ve teknolojiyi insanlığın yararına kullanmaya devam etti.
Mae Jemison'ın hikayesi, bize hayallerimizin peşinden gitmenin ve hiçbir engel tanımamanın önemini gösteriyor. O, sadece uzaya giden ilk siyah kadın olarak değil, aynı zamanda cesareti, azmi ve bilim sevgisiyle tüm dünyaya ilham veren bir kadın olarak hatırlanacak.
Bahsettiğimiz bilim kadınları aklımıza gelen ilk örnekler. Size bilimle ilgilenen parlak başka bir kadının hikayesinden de bahsetmek isteriz ancak çok uzayacağı için onunla ilgili bir film paylaşmayı tercih ettik. Agora (2009) filmi İskenderiyeli Hypatia'nın hikayesini anlatmakta; iyi seyirler!