Rock müziği, ortaya çıktığı 20. yüzyıl ortalarından bu yana sayısız alt türe ayrılarak dünya çapında kitleleri peşinden sürükledi. Bu yazıda, rock müziğin farklı alt türlerine yön vermiş efsanevi rock toplulukları arasından adını müzik tarihine yazdırmış yabancı rock gruplar kimlerdi yeniden hatırlıyoruz! Hard rock’tan progresif rock’a, punk’tan grunge’a uzanan bu grupların her biri, müzik tarihinde dünyayı sarsacak etki yaratmayı başardı. İlk grubumuz Pink Floyd!
Pink Floyd
Deneysel sahne şovları, derin konsept albümleri ve felsefi şarkı sözleri ve en iyi rock grupları denince akla ilk gelen grup Pink Floyd oluyor. 1965’te Londra’da kurulan bu progresif/psikedelik rock topluluğu, başlangıçta Syd Barrett liderliğinde uzaylı tınılar ve hayal gücünü zorlayan sound’lar peşindeydi. “Interstellar Overdrive” gibi erken dönem parçalarında ve ışık oyunlarıyla dolu Londra yeraltı sahnelerindeki performanslarında, dinleyicileri adeta bir bilinç yolculuğuna çıkarıyorlardı. Barrett’in gruptan ayrılmasının ardından Roger Waters önderliğinde yön bulan Pink Floyd, 1970’lerle birlikte arka arkaya konsept şaheserler üretmeye başladı.
1973 tarihli The Dark Side of the Moon albümü, modern müzik tarihinin en başarılı çalışmalarından biri olarak kayıtlara geçti. Kalp atışı sesleriyle başlayıp para şıkırtıları, çılgın kahkahalar ve ruhani vokal geçişleriyle örülü bu albüm, insan yaşamının karanlık taraflarını ele alan konseptiyle büyük ses getirdi. Dark Side, Billboard listelerinde tam 741 hafta (yaklaşık 14 yıl) kalarak erişilmesi güç bir rekor kırdı
David Gilmour grup yeni kurulduğu sıralarda mankenlik yaparak gruba finansal olarak katkıda bulunuyordu.
Ardından gelen Wish You Were Here (1975), Animals (1977) ve The Wall (1979) gibi albümlerle grup, düzen karşıtı mesajlarını ve insan doğasına dair sorgulamalarını müziğin içindeki tiyatral unsurlarla birleştirdi. Özellikle The Wall albümü ve aynı adlı konsept konser şovları, sahnede dev bir duvar inşa edip yıkma fikriyle rock tarihinin en unutulmaz performanslarına dönüştü. “Another Brick in the Wall, Part 2” şarkısında öğrencilerin hep bir ağızdan söylediği “We don’t need no education!” (Eğitime ihtiyacımız yok!) sloganı, dönemin isyankar ruhunun marşı haline gelmişti.

Pink Floyd, müziği görsel bir şölene çeviren öncü yaklaşımıyla progresif rock’ın standartlarını belirledi. Karanlık atmosferli şarkıları kadar, albüm kapakları (fotoğraftaki ünlü prizma kapak) ve sahne tasarımları da bir o kadar ikonik hale geldi. Grup, dünya çapında 250 milyon civarında albüm satarak gelmiş geçmiş en başarılı rock toplulukları arasına adını yazdırdı.
The Beatles
1960’larda ortaya çıkan Beatlemania fırtınasını duymayan yoktur. İngiltere’nin Liverpool kentinde kurulan The Beatles, rock’n’roll ile pop müziği harmanlayıp tüm dünyada gençliği peşinden koşturan ilk grup oldu. John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr dörtlüsünün yarattığı sihir, kısa sürede sınırları aştı. “She Loves You” ve “I Want to Hold Your Hand” gibi şarkılarla başlayan Beatles çılgınlığı, ABD’ye de sıçrayarak İngiliz rock müziğinin küresel yükselişini müjdeledi. Dönemin masum pop imajıyla sahneye çıkan grup, birkaç yıl içinde müzikal anlamda büyük dönüşümler yaşadı. Ayrıca, müzik tutkusu olanlar için İstanbul’da sunulan kadıköy şan dersi seçeneklerini değerlendirmek faydalı olabilir.

Kariyerleri ilerledikçe Beatles üyeleri, uyuşturucu etkileri ve doğu felsefesinden esinlenerek müziklerinde yepyeni ufuklara yelken açtılar. Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band (1967) gibi konsept albümler, rock müziğin sadece “gençlik eğlencesi” olmaktan çıkıp bir sanat formu olarak görülmesinin yolunu açtı. Kitleler, bu efsanevi dörtlünün her adımını nefeslerini tutarak takip ediyordu. 1969’daki ikonik Abbey Road albüm kapağında, üzerlerinde sıradan sokak kıyafetleriyle yaya geçidinden geçen Beatles üyeleri bile bir jenerasyonun simgesi haline geldi. Sadece 10 yıl süren birlikte kariyerlerinde sayısız satış rekoru kırdılar ve ardında eskimeyen bir miras bıraktılar.
Rock müzik tarihinin temelleri atılırken, Amerikalı efsanevi şarkıcılar da bu türün yükselişinde önemli rol oynamıştı.
The Rolling Stones
The Beatles’ın dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, İngiltere’den bir başka efsane doğuyordu. The Rolling Stones. 1962’de Londra’da kurulan grup, Beatles’ın aksine “kötü çocuklar” imajıyla rock’n’roll’un vahşi ve isyankar yüzünü temsil etti. Mick Jagger’ın şeytan tüyü karizması ve Keith Richards’ın keskin riff’leri ile Rolling Stones, Amerikan blues köklerini İngiliz enerjisiyle buluşturarak özgün bir tarz yarattı. “(I Can’t Get No) Satisfaction” gibi parçalarla kuşaklara yayılan hitlere imza atan grup, 1960’ların ortasında Britanya’dan dünyaya yayılan rock dalgasının en büyük öncülerinden oldu. Sahnedeki cesur tavırları, uzun saçları ve sarsıcı performanslarıyla muhafazakar kesimi şoke ederken gençlere özgürlük hissi aşılıyorlardı.
Rolling Stones zamanla “Dünyanın En Büyük Rock’n Roll Grubu” unvanını benimsedi ve gerçekten de bu sıfatı hak edecek bir yol çizdi. 1970’ler ve 80’ler boyunca bitmek bilmeyen dünya turneleri, stadyumları hınca hınç dolduran konserleri ve bitmek bilmeyen enerjileriyle sahnelerin tozunu attılar. Grubun dil çıkaran dudak logosu, rock kültürünün evrensel bir simgesine dönüştü. Ayrıca, sahnedeki enerjiyi kendi sanatına yansıtmak isteyenler için farklı şehirlerde sunulan eğitim imkanlarından yararlanmak da önemli; örneğin, İstanbul’da faaliyet gösteren bazı kurslardan faydalanabilirsiniz.
Özellikle 70’ler ve 80’lerde, Amerikalı efsanevi pop sanatçıları da rock ile popun sınırlarını zorlamaya başladı.
Led Zeppelin
En önemli yabancı rock grupları arasında gösterilen ve 1968’de Londra’da kurulan Led Zeppelin, blues ve rock’ı yüksek voltajlı bir enerjiyle birleştirerek hard rock türünün temellerini attı. Solist Robert Plant’in yırtıcı vokali, Jimmy Page’in efsanevi gitar rifleri, John Paul Jones’un derin basları ve John Bonham’ın yıkıcı davullarıyla ortaya çıkan ses, o güne dek duyulmamış bir ağırlık ve yoğunluk taşıyordu.
İlk albümleri Led Zeppelin I (1969) ile patlayıcı bir çıkış yakalayan grup, “Whole Lotta Love” gibi parçalarla rock’ın gidişatını değiştirmeye başladı. O dönemde eleştirmenlerden karışık yorumlar alsalar da dinleyici kitlesi hızla büyüdü ve kısa sürede devasa konserler veren bir fenomene dönüştüler. Led Zeppelin, sahnede Marshall amfilerinden yükselen sağır edici sesi, bitmek bilmez gitar solo’ları ve mistik atmosferiyle 1970’lerin arena rock akımının öncüsü oldu.
Grubun 1971’de çıkardığı dördüncü albümü (adı konulmayan, sadece rune sembolleriyle anılan albüm), içerdiği “Stairway to Heaven” ile rock tarihinin en büyük marşlarından birini dünyaya armağan etti. Bu parça, yumuşak akustik tınılarla başlayıp destansı bir elektrik solosuyla zirveye ulaşan yapısıyla milyonların kalbine dokundu. Albüm ise dünya çapında 37 milyonun üzerinde satış başarısı yakalayarak gelmiş geçmiş en çok satan albümler arasına girdi.
Nirvana
Rock müzik 1980’lerin sonunda gösterişli saç metal ve pop rock’la dolup taşarken, ABD’nin yağmurlu Seattle kentinden gelen Nirvana, müzik dünyasını kökten sarsacak bir devrimin fitilini ateşledi. Solist ve gitarist Kurt Cobain, basçı Krist Novoselic ve davulcu Dave Grohl’dan oluşan Nirvana, 1987’de kurulup yerel grunge sahnesinde pişerek 1991’de ikinci albümleri Nevermind ile küresel patlama yaptı. Grup, flanel gömlekleri, dağınık saçları ve umursamaz tavırlarıyla rock yıldızı klişelerini alaşağı ediyor; müziklerindeki ham enerjiyi içten gelen duygusal sözlerle birleştiriyordu.
“Smells Like Teen Spirit” single’ının yayınlanmasıyla birlikte her şey değişti. Bu parça, MTV ve radyolarda yoğun şekilde çalınarak bir anda Nirvana’yı anaakımın merkezine taşıdı. Nevermind albümü, pop müziğin kralı Michael Jackson’ın listelerdeki hakimiyetine son vererek ABD listelerinde 1 numaraya yükseldi ve pek çoklarına göre yeni bir rock çağını başlattı. Ayrıca, kendi sesiyle fark yaratmak isteyenler için şarkı söyleme eğitimi alınması önerilebilir.
Nirvana’nın başarısı, her yönüyle beklenmedik ve kendiliğindendi. Kurt Cobain, istemeden de olsa “X Kuşağı”nın sembolü haline geldi. Cobain’in yaptığı içten müzik, o dönemin gençlerinin hissettiği boş vermişlik, öfke ve melankoliyi tam olarak yansıtıyordu. “Smells Like Teen Spirit”in anlaşılması zor mırıldanılan sözleri bile bir marşa dönüştü; dünya çapında gençler “Here we are now, entertain us!” nakaratıyla dillerindeki isyanı haykırıyordu.
yaşında trajik biçimde sona erdi. Bu olgu, hayranlar arasında “27’ler Kulübü” olarak adlandırılıyor.
Ne yazık ki Kurt Cobain, şöhretin getirdiği baskılar ve kişisel mücadelesiyle baş edemeyerek Nisan 1994’te henüz 27 yaşında aramızdan ayrıldı. Cobain’in ölümü, onu Jimi Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin gibi 27’lerinde hayata veda eden rock yıldızlarının trajik 27’ler Kulübü kervanına ekledi.
The Doors
1960’ların sonlarında, Amerika’da felsefi derinliği olan, karanlık ve hipnotik bir rock grubu doğdu. The Doors. Jim Morrison, Ray Manzarek, Robby Krieger ve John Densmore’dan oluşan grup, sadece müzik değil, bir tür psikolojik deneyim sundu. Morrison’ın şiirsel sözleri ve sahnedeki teatral tavırları, The Doors'u sıradan bir rock grubundan çok öteye taşıdı.
“Riders on the Storm”, “Light My Fire”, “The End” gibi parçalar, hem lirik yoğunluklarıyla hem de doğaçlama performanslarıyla dikkat çekti. The Doors’un yabancı rock grupları arasında efsaneleşen müziği, bilinçaltının derinliklerine inen bir yolculuk gibiydi; bazen huzur verici, bazen rahatsız edici ama her zaman etkileyiciydi.
Jim Morrison 27 yaşında hayata veda ettiğinde, ardında sadece birkaç albüm değil, dev bir kültürel miras bırakmıştı. En iyi rock grupları arasında gösterilen The Doors'un bu bir numaralı adamının sözleri bugün bile duvarlara yazılıyor, konser kayıtları dinleniyor, posterleri genç odaları süslüyor. The Doors, zamanın ötesinde bir grup olarak hafızalarda yaşamaya devam ediyor.
Sahneye çıkan kadın vokaller arasında, efsanevi Amerikalı kadın şarkıcılar hem sesleriyle hem duruşlarıyla devrim yarattı.
Queen
Rock tarihinde hem müzikal yaratıcılığı hem de görkemli sahne şovlarını zirveye taşıyan bir grup varsa, o da kesinlikle Queen’dir. 1970 yılında Londra’da kurulan Queen, dört yetenekli müzisyenin Freddie Mercury, virtüöz gitarist Brian May, sağlam basçı John Deacon ve dinamik davulcu Roger Taylor'un eşsiz uyumuyla kısa sürede özgün bir sound yakaladı. Eğer vokal yetenekleriniz üzerinde çalışmak isterseniz, ses eğitimi dersleri fırsatını değerlendirebilirsiniz.
Queen’i benzerlerinden ayıran en önemli özellik, rock müziği opera, müzikal ve pop unsurlarıyla harmanlama cesaretiydi. 1975 tarihli A Night at the Opera albümlerindeki “Bohemian Rhapsody” bunun en çarpıcı örneğiydi: Klasik müzik harmonileri, a cappella vokaller, sert gitarlar ve melodramatik opera bölümüyle tam bir başyapıt olan bu şarkı, yayınlandığında kimsenin böyle bir parçanın hit olacağına inancı yoktu. Ancak Freddie Mercury’nin dahi vizyonu ve grubun icra gücü sayesinde “Bohemian Rhapsody” listelerde zirveye çıkarak altı dakikalık bir rock operasının da milyonlara ulaşabileceğini kanıtladı.
Queen, 70’ler ve 80’ler boyunca birbirinden farklı tarzlarda hit şarkılar üretmeye devam etti. Kimi zaman Broadway esintili piyano baladları (“Somebody to Love”), kimi zaman futbol stadyumlarını inleten marşlar (“We Will Rock You”, “We Are The Champions”) ve hatta disko-funk etkili deneysel işler (“Another One Bites the Dust”)... Her seferinde hayranlarını şaşırtmayı başardılar. Fakat grubun esas efsaneleştiği an, 1985’teki Live Aid konserindeki performanslarıydı.
Bir rock yıldızı olmayacağım; bir efsane olacağım.
Freddie Mercury
Yüz binlerce seyircinin doldurduğu Wembley Stadyumu’nda Queen, sadece 20 dakikada tüm festivale damgasını vurdu. Freddie Mercury’nin kalabalığı avucunun içine aldığı o anlar – “Radio Ga Ga”ya binlerce kişinin tempo tutması, Mercury’nin efsanevi vokal doğaçlamalarına kitlenin anında karşılık vermesi rock sahnesinin en unutulmaz anlarındandır. Bu performans, daha sonra defalarca “tüm zamanların en iyi canlı rock performansı” seçilecek ve Mercury’nin bir sahne tanrısı mertebesine yükselmesini sağlayacaktı.
Ne yazık ki Freddie Mercury’nin 1991’de AIDS nedeniyle erken vedası, Queen efsanesine hüzünlü bir sayfa ekledi. Ancak grubun müzikal mirası yaşamaya devam etti. Queen bugüne dek dünya çapında 300 milyon civarında albüm satarak ticari anlamda da dev bir başarı kazandı; müzik otoriteleri tarafından genellikle Beatles’tan sonraki en önemli rock grubu olarak kabul ediliyor.
Metallica
1980’lerin başında Kaliforniya’da temelleri atılan Metallica, heavy metal müziğe getirdiği yeni solukla tüm dünyada dev bir hayran kitlesi oluşturdu. Davulcu Lars Ulrich ve ritim gitarist/vokalist James Hetfield tarafından 1981’de kurulan grup, ilk dönemlerinde hız ve agresyonu ön plana alan thrash metal akımının öncülerinden biri olarak adını duyurdu. Kill ‘Em All (1983) ve Master of Puppets (1986) gibi albümleriyle metal camiasında efsane statüsüne erişen Metallica, sert müziklerinin altında yatan teknik ustalık ve samimiyetle kısa sürede öne çıktı. Kirk Hammett’ın virtüöz gitar soloları ve Cliff Burton (daha sonra Jason Newsted, ardından Robert Trujillo) gibi yetenekli basistlerin katkılarıyla grup, sertliği ve melodiyi ustalıkla dengeleyen bir tarz yakaladı. Gitar ve vokal performansınızı ileri taşımak isterseniz, mersin şan dersi gibi yerel eğitim imkanlarını değerlendirebilirsiniz.
Metallica bugüne dek bugüne dek dünya çapında 125 milyonun üzerinde albüm sattı ve tam 10 Grammy ödülünün sahibi oldu.
1991 yılında yayımladıkları kendi adlarını taşıyan albüm (nam-ı diğer “Black Album”), Metallica’yı yeraltından alıp anaakım zirvesine taşıdı. “Enter Sandman”, “Sad But True”, “Nothing Else Matters” gibi şarkılar MTV ve radyolarda sıkça çalınır oldu, Metallica bir anda tüm dünyada en popüler rock gruplarından birine dönüştü. Bu albüm o kadar büyük bir başarı kazandı ki, heavy metal türünde RIAA Diamond (ABD’de 10 milyon üzeri satış) statüsüne ulaşan nadir albümlerden biri oldu.
Müziğin evriminde en dinamik geçişlerden biri de, dünyanın en iyi rapçileri sayesinde gerçekleşti.









